Ah, Türkiye! - Ach, Türkei!
Avrupa, başlangıçta örnek ve hedef olarak bulunuyordu. Mustafa Kemal Atatürk 1920 'li yıllarda Türkiye' yi radikal bir şekilde modernize etmeye başladığında, bunu şüphesiz ki otoriter yöntemlere başvurarak yapmış, ancak bu hareketin yönünü de Batı Demokrasisi'ne çevirmişti. Cumhuriyetin kurucusu "Fransız Devrimi" ve "Aydınlanma Çağı" değerlerine hayrandı: Bir biyografiye göre, Atatürk'ün "Kültürler çeşitlidir ancak sadece bir tane medeniyet vardır. Avrupa medeniyeti" dediği belirtiliyor.
Neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen Türkiye'nin Avrupa'ya yakınlaşması başarılı olamamıştır. Bunun tam tersine, 16 Nisan Pazar Günü yapılacak olan referandumda Türk Halkı, ülkelerinin hangi yöne doğru yöneleceğinin kararını verecek. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başkanlık sistemini getirecek olan yeni anayasayı kabul ettirerek tüm siyasi gücü tek bir elde, yani kendi elinde toplamak istiyor. Halihazırda yıllar içinde birbirinden uzaklaşmaya başlamış olan Avrupa ile Türkiye arasındaki uçurum, referandum ile daha da derinleşebilir ve Avrupa Birliği dahilinde kurulabilecek ortak bir gelecek planları tamamen ortadan kalkabilir. Gazetecilere yönelik tutuklamaları ve darbe girişiminin sözde sempatizanı olduğu iddia edilen on binlerce insanı açıkça etkileyen, demokrasi karşıtı ve otoriter uygulamalar Avrupa tarafından şaşkınlıkla karşılanıyor ve bu şekilde algılanıyor. "Avrupa'da İslamlaşma" korkusu da cabası.
Buna karşılık, Türkiye kendini yanlış anlaşılmış hissediyor ve bir art niyet seziyor. Siyasiler, Ankara ne yaparsa yapsın, kötü niyetli, antidemokratik, otoriter ve İslamcı olarak yaftalanmasından şikayetçiler.
İlişkiler en düşük seviyeye indirgenmiş durumda. İlişkilerin sarsılmasının sorumlusu kim? Erdoğan'ın niyeti, başından beri otoriter bir İslam Cumhuriyeti kurmak mıydı?"Avrupalı bir Türkiye" hayali, büyük bir yanılgıydı ve er ya da geç bitmesi mi gerekiyordu? Ya da tam tersiydi ve AB aslında hiç bir zaman bir Avrasya ülkesinin üyeliğinden yana değil miydi? Avrupa'nın, Türkiye ile birlikte tuhaf bir şekilde kat ettiği sözde yol, aslında Erdoğan Türkiye'sinin Batı'dan ve onun değerlerinden uzaklaşmasını sağlamak için yapılan bir sabotajdan mı ibaretti?
Bu sorulara cevap bulabilmek için Atatürk dönemine bakmak gerekir. Türkiye'nin, bir gün zengin Avrupalı sanayi ülkelerinin arasına katılması, yıllardır süregelen ve hala tekrar tekrar hayret verici bir inatçılıkla takip edilen bir ütopya.
1938'de Atatürk'ün ölümüyle birlikte, Türkiye'nin Avrupalaşması hayali katiyen bitmiyor. Ülke, çoklu parti sistemini yürürlüğe sokmakla kalmıyor ardından 1952'de NATO'ya katılarak, güvenlik politikalarıyla Batı'ya yaklaşıyor. 1950'li ve 1960'lı yıllarda, fakirane bir tarım ülkesinden sanayileşmeye geçiş hızlandırılmak istense de, bu çabalar himayeci bir rotayla birleşince, çok ta başarılı olamıyor. Kendini, "Kemalist" devlet ideolojisinin koruyucusu olarak gören TSK, demokrasiye tekrar tekrar müdahalelerde bulunuyor. Mesela 1960'da subaylar, zamanın ılımlı sağcı başbakanı Adnan Menderes'e karşı darbe yapıp, kendisini idam ediyorlar. Ordu, darbe sonrası yeni ve muhalefete uygun bir anayasa hazırlayıp, iktidarı sivil bir hükümete verse de, darbe ve onun etkileri Türkiye halkı arasında büyük bir şok yaratıyor. O zamanlar 7 yaşında olan Recep Tayyip Erdoğan da bu gruba dahil.
Bu esnada Türkiye ve Avrupa arasında yeni bağlar oluşuyor. "Misafir İşçi" talebi, Almanya'da hızla büyüyen bir diasporanın oluşmasına neden oluyor. O zamanki EWG (AB'nin öncüsü) Anadolu Ülkesi ile ilk ortaklık anlaşmasını yapıyor.
O zamanlar Türkiye'de aşırı bir istikrarsızlık durumu hüküm sürüyor. Hükümetler değişiyor, ekonomi zayıflıyor, sosyal sorunlar tırmanıyor, aşırı sağ ve sol saldırılar gerçekleştiriliyor, sokaklarda çatışma durumu hakim. Ancak 1970'li yıllarda başka Avrupa ülkelerinde de siyasi karışıklıklar yaşanıyor. Yunanistan, İspanya ve Portekiz, kendi diktatörlük rejimlerinden kurtulmak ve demokrasilerini kurmakla meşguller. Sonraki on yıl içerisinde AB'ye üye oluyorlar .
Türkiye'ye bu çok görülüyor ve bir diktatörlüğe kayıyor. 12 Eylül 1980'de, TSK tekrardan bir darbe yapıyor ve sıkıyönetim ilan ediyor. Bu süreçte özellikle Kürtlere ve solculara karşı büyük tasfiyeler yapılıyor. Etnik gruplara karşı yapılan baskılar görece azalsa dahi (Kürtçe yasağının kaldırılması gibi), darbe, 1984'de PKK'nin silahlı mücadeleye başlamasına ön ayak oluyor.
Bu arada Avrupa'dan olumsuz sinyaller geliyor: Ankara'daki Hükümet, 1987 yılında EG'ye (tıpkı EWG gibi AB'nin bir öncüsü) kabul için resmi bir dilekçe veriyor ancak bu başvuru açıkça reddediliyor.
Tüm bunlar yaşanırken Erdoğan, 1980'li yıllarda, o zamanlar istikrarlı bir şekilde büyümekte olan İslami hareket içinde yükseliyor ve 30 yaşında iken Refah Partisinin Yönetim kuruluna kadar çıkıyor. Refah Partisi'nin öncülü olarak kabul edilen partiler, ordu tarafından defalarca kapatılmış durumda ve Refah Partisi'nin kaderi de gelecekte pek farklı olmayacak.
1994 yılında Erdoğan, o zamana dek en büyük siyasi başarısını elde ediyor: İstanbul'u yöneten sosyal demokratların , bir yolsuzluk skandalına bulaşmaları sonucu, Erdoğan şaşırtıcı bir şekilde Metropolün belediye başkanı olarak seçiliyor. Dört yıl boyunca, ileride kendisinin bir markası olacak olan siyasi programını uyguluyor: İstanbul'a yatırımlar yapıp modernize ediyor, ancak bu esnada açıkça İslamcı konuşmalar yapmayı ve hatta kendini Şeriat yanlısı olarak tanımlamayı da ihmal etmiyor.
Erdoğan, bununla beraber TSK ve kanunla da uyuşmazlık yaşıyor. 1998 yılında, bir organizasyon esnasında Dini -siyasi içerikli bir şiir okuduğu gerekçesiyle, kendisine 10 ay hapis ve ömür boyu siyasetten men cezası veriliyor. Burada Erdoğan'ın laik bir devlet içinde İslamcı politika yapmayı denediği ilk macerası sonlanıyor .
1999 yılında, AB'ye yaklaşım somut bir mesele haline geliyor. Avrupa Parlamentosu, Türkiye'nin üyelik adaylığını öneriyor. Türkiye'de şartlar değişti, artık G-20 üyesi, gelişmekte olan 20 büyük ekonomiden birisi. Avrupa komisyonu , "Olumlu Gelişmeleri" görüyor ve kurulacak güçlü bir diyaloğun insan hakları konusundaki kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını var sayıyor.
Recep Tayyip Erdoğan'ın siyaset hikayesi az kalsın tutuklanmasıyla birlikte bitiyordu, tıpkı kendisinin İslamcı öncülleri gibi: Tarihi bir anekdot olarak. Ancak bin yıl dönümünde, İstanbullu Recep Tayyip Erdoğan, büyük bir geri dönüş yaparak, cumhuriyetin kurucusu Atatürk'ten beri en biçimlendirici kişiliğe dönüşüyor.
2002 yılında, diğer İslamcı hiziplerden geriye kalan yol arkadaşlarıyla birlikte, seçim üstüne seçim kazanan AKP'yi kuruyor. Bu yeni hareket, kendini artık militan İslamcı olarak değil, muhafazakar olarak gösteriyor ve 2002 yılında, 34,4% ile ülkenin en güçlü partisi oluyor. Bir yıl sonra, siyasetten men yasağı kaldırılıyor ve Erdoğan başbakanlık koltuğuna oturuyor.
Kısa zaman içinde inanılmaz şeyler oluyor: Bir çok Avrupalı gözlemci nezdinde, bu İslamcı siyasetçi, ılımlı İslami özellikleriyle "Umut taşıyıcısı" oluveriyor. İdam cezasını kaldırıyor, insan haklarını geliştiriyor ve Türkler tarafından Ermeniler'e uygulanan soykırımın araştırılması için tarih komisyonu kuruyor. Bu zamanda "Sünni kardeşlerim" diye hitap ettiği ve bu yolculukta yanında olmalarını istediği dindar Kürtler bile AKP'ye oy veriyor.
Reformlar, Türkiye'nin AB'ye yanaşmasında daha şimdiden bir başarı. Brüksel, Ankara'ya 2005'de AB'ye katılım müzakerelerinin başlayabileceğinin sinyalini veriyor. Ancak gün yaklaştıkça Avrupa'da, özellikle de Avusturya'da açık bir direnç oluşuyor. O zamanların ÖVP/BZÖ koalisyonuyla kurulan Viyana'da ki hükümet, son ana kadar katılım müzakereleri anlaşmasını bloke ediyor ve yalnızca "imtiyazlı ortaklık" hakkında konuşulmasını istiyor. Almanya 'da ki sosyal demokratlar ve CDU tarafından yönetilen hükümette de benzer bir tutum söz konusu. Hepsi de, anketlerde Türkiye'nin AB üyeliğine karşı tutum beyan eden halkın görüşleriyle hemfikirler.
Avusturya ve Fransa, Türkiye'nin AB'ye katılım müzakerelerinin başarıyla sonuçlanması halinde, parlamentolarının bu kararı onaylaması için halk oylaması yapılacağını ve bu oylamanın sonucuna göre karar vereceklerini bildiriyorlar. Bunun haricinde ise, AB'ye, kendi üye kapasitesini inceleme imkanı veriliyor.
Avrupa'nın, kendisi için tüm arka kapıları açık bırakması, Türkiye cephesinde, devam eden sürekli bir hakaret olarak algılanıyor. Buna rağmen Erdoğan'ın hükümeti, henüz bildiğinden şaşmıyor. Müzakere başlıklarının açılmasından bağımsız olarak, katılım kriterlerinin yerine getirilmesi için 2007 de bir reform paketi hazırlıyor. Fransa'daki cumhurbaşkanı seçimlerinde, Nicolas Sarkozy kendi vatandaşlarına, Türkiye'nin AB'ye katılımına karşı bir politika izleyeceklerinin sözünü verirken, AKP ise AB yanlısı bir yol izleyerek parlamento seçimlerine katılıyor.
AB kendisiyle uğraşırken, Erdoğan kendi iktidarını sağlama almakla meşgul. Türkiye gibi bir ülkede bu sadece iş adamları, medya ve anayasa değişikliğiyle mahkemeleri bile kendi tarafına çekmek değil, aynı zamanda ordunun vesayetini de kırmak demek.
Umut taşıyıcısının sesi tekrar kabalaştı. Erdoğan, planladığı reformlar için rahatsız edici parlamenter koalisyonlara muhtaç olmamak için ilk kez başkanlık sistemini yürürlüğe sokmayı sesli olarak dile getiriyor. İlk adım olarak, 2007 'de devlet başkanının doğrudan halk tarafından seçilebilmesinin önünü açan anayasa değişikliği oylamasını yaptırıyor. Aynı 2010 yılındaki ikinci reform çalışmasındaki gibi, kendi tartışmalı önerilerini hala geçerli olan 1982 darbe anayasasını sallayacak önerilerin arasına akıllıca karıştırıyor. Bundan dolayı hala Brüksel tarafından övülüyor.
Uzun bir süre boyunca her şey iyi gidiyor gibi. Ekonomi o kadar çabuk büyüyor ki, Türkiye'nin Avrupa ile müzakerelerden sorumlu bakanı Egemen Bağış, ekonomik ve mali krizler yaşayan AB'ye: "Dayan Avrupa, Türkiye seni kurtarmaya geliyor!" diye sesleniyor. Türkiye, hala batıdaki birçok kişi tarafından, demokratik modern ve yumuşak bir İslami sistemin uyumlu bir kombinasyonu olarak görülüp örnek gösteriliyor. Şimdilik AB ile müzakereler yavaş ama istikrarlı bir şekilde ilerliyor. Türkiye, bölgede hala iyi komşuluk siyaseti izliyor.
Tunus'ta yaşanan gelişmelerle birlikte "Arap Baharı" başlıyor. Mısır devriminden sonra yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini "Müslüman Kardeşler" adayı Muhammed Mursi kazanıyor ancak kısa bir süre sonrasında ordu tarafından devriliyor. Erdoğan sarsılmış görünüyor, bu sahneler ona çocukluğunda yasadığı bir travmayı hatırlatıyor: 1961'de ilk serbest ve demokratik seçimle iktidara gelen başbakan Adnan Menderes' in idamını.
Komşu ülke Suriye'de kanlı bir iç savaş başlıyor. Ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürtler, ilk defa kendi devletlerini kurma şansını görüyorlar. Bu esnada Irak'ta kurulmuş olan Terör örgütü İŞİD (DAEŞ), bölgede her geçen gün yeni bölgeler ele geçirerek kendi topraklarını genişletiyor. Erdoğan, uzunca bir süre militanların Türkiye sınırlarından giriş çıkış yapmasına göz yumarak aşırı İslamcıları destekliyor. Bu desteğin arkasında, İŞİD ve benzeri Cihatçı oluşumların, Türkiye sınırında Kürtler ile de savaşıyor olması yatıyor.
Bu esnada, Erdoğan'ın kanser olduğuna dair dedikodular yayılmaya başlıyor ve sevdiği annesi Tenzile ölüyor. Bir zamanların kendinden emin popülisti artık gittikçe dışarıya paranoyak bir izlenim vermeye başlıyor. Gittikçe otoriterleşerek, kaotik zamanlarda gücünü sağlamlaştırmaya çalışıyor. İçinde bulunduğu asabiyet, en açık seçik şekliyle İstanbul Gezi Parkı direnişinin vahşice bastırılması emrini vermesiyle ortaya çıkıyor. 12 insan öldürülüyor, binlercesi ise yaralanıyor. Birkaç ağaç için başlayan protesto, tüm ülkeye yayılan devasa bir halk direnişine dönüşüyor.
O günlerde oluşan model ise bugüne kadar devam ediyor: Erdoğan, "sayısız halk ve devlet düşmanına" karşı, ister hasmı Fethullah Gülen'in etrafında toplandığı iddia edilen sözde darbeciler olsun, ister iki yıl önce silahlı mücadeleyi tekrar başlatan PKK olsun, isterse de Türkiye'de sansasyonel eylemlere imza atan İŞİD olsun -kendini istikrar ve düzenin tek garantörü olarak sunuyor.
Erdoğan, böylece kendi taraftarlarının sürekli bir kuşatma altında olduğu izlenimi yaratıyor. Aynı zamanda, AB ile sertçe müzakere edilerek yapılan mülteci anlaşmasını bozmakla tehdit ederek çatışmacı bir rota izliyor. Kendi topraklarında Türk siyasetçilerin seçim kampanyalarına izin vermek istemeyen ülkelere karşı kullandığı kaba retorikler ve "Welt" muhabiri Deniz Yücel gibi gazetecilerin tutuklanması gibi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı riskli bir şekilde güçlendirmek, aynı zamanda karşısında bulunan siyasi direnişi ve muhalefeti sınırlamak veya bunun yerine bu yetkilere sahip olmasını reddetmek, 16 Nisan'da yapılacak olan referandumda Türk halkının ellerinde.
Avrupa bunu etkileyemez. Ancak Avrupa'da ki birçok insan, katılım müzakerelerini sonlandırarak, yardım ödeneklerini durdurarak ve ülkeye sırtını çevirerek, Türkiye'den ve onunla bağlantılı tüm sorunlardan kurtulacağına inanıyor gibi.
Bu bir yanılgıdır. Avrupa, Türkiye ile yaşayıp birlikte çalışmaya devam etmek zorunda kalacaktır. Mülteci krizi ,Suriye, İran ve Irak ile sınırları olan bu ülkenin nasıl bir jeopolitik önem taşıdığına dair sadece bir göstergeydi. Sorulması gereken soru şu; Ankara'nın, Erdoğan iktidarda olduğu süre içerisinde Avrupai kazanımlarını kaybetmemesi nasıl sağlanır? Baskıyla, iş birliği önerileriyle ve en önemlisi Türkiye'nin, Avrupa yolunda en çok da kendisine iyilik yaptığını hatırlatarak.
16 Nisan referandumu, demokrasi, parlamenter sistem ve muhalefet haklarının Türk halkı icin ne kadar önemli olduğunun bir emaresi olacaktır. Ondan sonraki süreç ise Avrupa'nın, Türkiye'nin kaderine ne kadar bağlı olduğunu gösterecektir.
Dieser Artikel stammt aus dem profil Nr. 15 vom 10.4.2017. Das aktuelle profil können Sie im Handel oder als E-Paper erwerben.